2017


Kazım Koyuncu'ya

Hayat denilen oyun alanında, her birimiz ayrı bir oyuncakla zaman geçirmeye çalışıyoruz. Her birimiz ayrı bir yerde, farklı kişilerin oyun alanlarına temas ederek, kurallarını bizim belirlemediğimiz ve bu kurallara müdahale edemediğimiz, ne zaman, nerde oyun alanına gireceğimiz isteğimiz dışında olan ve oyun alanından ne zaman çıkacağımızı bilmediğimiz bir şekilde oyalanıp duruyoruz. Beni en çok ilgilendiren; bu oyun alanında, yapmamız gerekenleri yaptıktan sonra çıkmak...
Ama Cemal Süreya'nın da dediği gibi Her Ölüm Erken Ölümdür. Birçok insan ölmeden önce bu oyunu tamamlamayı başaramıyor. Yarım bırakmak zorunda kalıyor. Ama bazıları o kadar erken çıkıyorlar ki bu oyun alanından, insan oyun alanlarının amacını sorgulamaya başlıyor.
Bunu geçen sene efsane başkan 'Ahmet Piriştina' kalbine yenik düştüğünde düşünmüştüm. Kendisine verilen oyun alanının dışına çıkıp, bütün İzmir insanının oyun alanına müdahale ederek, kendi oyun alanında yapması gerekenleri boşlayarak (ki ölüm nedeni budur) çok önemli işler yapmıştı ve daha yapacağı çok şey vardı. Ama elinde olmayan nedenlerden dolayı, oyun alanını erken terk etmek zorunda kalmıştı. Geçen sene, bu ayda yaşadığım o büyük üzüntünün üstünden bir yıl geçmesine rağmen, hâlâ o acı olayı sorguluyorum.
Daha çok erkendi...
Ve o acı olaydan bir yıl sonra, bir değerli kişi daha bu oyun alanını erken terk etmek zorunda kaldı. Karadeniz müziğine getirdiği özgün yorumla, Karadeniz müziğini Türkiye'ye tanıtan ve sevdiren, Karadeniz'in asi çocuğu Kazım Koyuncu... Daha 33 yaşındaydı. Bir kaç kendini bilmez ve çıkarcı yönetici yüzünden ve tabii kapitalist güçlerin dünyayı oyun alanı olmaktan çıkardığı, o korkunç Çernobil faciası yüzünden, Türkiye bir değerini daha kaybetti.
Şöyle bir bakınca bu tip üzücü olayların hep haziran ayında olması da düşündürücü. Demek ki Hasan Hüseyin Korkmazgil 'Haziranda Ölmek Zor' diye boşu boşuna dememiş.
Bu ay bizden hep değerli insanları alıyor: Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif, Ahmet Piriştina, Kazım Koyuncu...
Ve maalesef biz, ölenleri çok çabuk unutuyoruz. Daha önceki yazılarımda da en çok şikâyet ettiğim şey buydu: Değer yargılarımıza değer vermemek. Bu değerli insanların ölüm yıldönümlerini kimse hatırlamadı veya hatırlamak istemedi. İnsanlar ölünce üzülmek mi daha önemli, yoksa o insanları öldükten sonra da, yaşatmaya çalışmak mı? Herkes ölene üzülür de, niçin bir kaç gün sonra unutmayı tercih eder?

Şiir

Hasan Hüseyin Korkmazgil'in Haziran'da Ölmek Zor isimli şiirinden bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum.

...
yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

Tuna Başar

/ yirmisekizhaziranikibinbeş yirmiikkırkdokuz
İzmir /


Bilimsel olarak her insan 18 yaşına kadar çocuktur. Ama bizim ülkemizde 13-14 yaşına gelmiş çocukların büyümüş olması istenir. Artık onlar çocuk sayılmazlar ve yaptıkları çocukça hareketler tepki alır. "Artık büyümelisin" derler, "Bu hâlâ çocuk" diye aşağılayıcı bir tepki gösterirler.
İstemezler; çocukların istedikleri gibi çocukluklarını yaşamalarını istemezler. Engellerler. Kendilerinin yıllar sonra özledikleri çocukluk günlerini, başkalarının yaşamasını kıskanırlar. "Ben yaşayamadım, o da yaşayamasın" mantığıyla hareket ederler.
Tabii böyle tepki alan çocuklar, çocuk kalmanın, hayata çocuk gözüyle bakmanın yanlış olduğunu düşünürler. Onlar da bir an önce büyümek isterler. Kendilerine "çocuk" denilmesini hakaret kabul ederler. Hatta "Ben çocuk değilim" diye itiraz bile ederler. Ama bilim 18 yaşına kadar bütün insanları "çocuk" olarak niteler.
17-18 yaşına kadar ben de hayata "çocuk" gözüyle bakardım. Üniversiteye başladığım yıllardı. Bilmezdim insanların ne kadar kötü düşüncelere sahip olabileceklerini. Acımasız insan sayısının çok az olduğunu sanırdım. Ama üniversiteye başlayınca afalladım. İnsanların ne kadar acımasız olabileceğini gördüm. Hayata çocuk gözüyle bakanların nasıl da kullanıldığını fark ettim. Sırf çocuk kalpli oldukları için, saf oldukları için, insanlara güvendikleri için birçok insanın, bu insanlara aptal muamelesi yaptığına tanık oldum.
Üniversiteye başlayana kadar Atatürk'ün bu ülkedeki herkes tarafından sevildiğini düşünürdüm. Tam bir çocuk düşünce yapısı. Kimsenin Atatürk'ü tartışacağını, onu yok sayacağını, ondan nefret edeceğini düşünmezdim. Ama o kadar çok Atatürk düşmanıyla karşılaştım ki neye uğradığımı şaşırdım. Galiba bu benim kabahatimdi. Çünkü bizler Atatürk düşmanlarının bu ülkeyi yönettiğini de görmüştük. Hatta şu an Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde ve Ulusal Egemenlik Bayramı’nda Atatürk'ün adını anmayanlar tarafından yönetilmiyor muyuz? Bu yöneticiler "Değiştik" diyerek hayata çocuk gözüyle bakanları kandırmadılar mı? Hayata çocuk gözüyle bakanları kullanmadılar mı?
İşte bu tür olayları gören çocuk kalpli insanlar, kendilerinden utanıyorlar. Çocuk gözlerinden utanıyorlar. Bu durumu gören 13-14 yaşındaki çocuklar, kendilerine "çocuk" denilmesinden utanıyorlar ve çocukluktan kurtulmak istiyorlar. Ne kadar yazık, değil mi?
Bugün Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı.
Sadece çocukların değil, hâlâ hayata çocuk gözüyle bakabilen herkesin bayramını kutluyorum.

Tuna Başar

/ yirmiüçnisanikibinbeş onüçelliiki
Afyonkarahisar /


Bazen öyle şeylere takılıp kalırım ki günlerce o şey üzerinde düşünürüm. Günlerce düşünürüm ama ya bulduğum çözümler hayata geçmez ya da çözüm bulamadığım için kendi kendimi hırpalarım. Ama yine de bir şeylere takılmadan edemem ve sürekli kafamı bir şeyler meşgul etmedikçe yaşayamam, diye düşünürüm.

***

Bazen bir aşka takılırım…
Karşılıksız bir aşka…
Bir taraf deliler gibi severken, diğer taraf için bu sevgi bir anlam ifade etmez. Bir taraf devler gibi acı çekerken, diğer taraf bu acının farkında bile olmaz. Bu tür platonik aşkların büyüklüğü ve yaşattığı derin acı beni çok etkiler ve gerçek aşkın bu imkânsızlığa katlanacak kadar büyük olması karşısında sarsılırım.

Bazen bir şiire takılırım…
4-5 dizelik kısa bir şiire…
Günlerce bu dizeler beynimin kıvrımlarında gidip gelir. Beynimde yankılanan bu şiir bana hiçbir şey ifade etmez, fakat şiirin mucizevi olduğunu hissettirir.

Bazen bir filme takılırım...
Sıradan bir filmdeki sıradan bir sahneye…
Bu sahnede sinema tarihi açısından önemli bir filme göndermenin olduğunu düşünürüm. Fakat bir türlü bu göndermenin hangi filme ve nasıl bir gönderme olduğunu çıkaramam.

Bazen ülke sorunlarına takılırım…
Siyasetçilerin hiçbir çözüm üretemedikleri ve yıllardır süregelen sorunlara…
Günlerce bu sorunların nasıl çözülebileceğini düşünürüm ve kendimce, hiçbir zaman, yapılamayacak çözümler üretirim. Bu ütopik çözümler karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşarım.

Bazen televizyon kanallarındaki star yaratma programlarına takılırım…
Hemen hemen hepsi aynı formatta olan ve bütün TV kanallarını işgal eden yarışma programlarına…
Bu yarışma programlarındaki jüri üyelerine… Tarafsız olması gereken, ama asla tarafsız olmayı beceremeyen jüri üyelerine… Bu jüri üyelerinin halkı nasıl da tarafsızlıktan uzaklaştırıp, bir taraf olmaya ittiğini görürüm. Kendi kendime “bu jüri üyeleri bu kadar tarafsız olmaya devam ettikleri sürece hiç kimse adalet dağıtması gereken kişilere güvenemeyecek” diyorum ve aklıma hemen hakimler ve hakemler geliyor.

Bazen bir romana takılırım…
Anlatılan hikâyeye hiçbir katkı yapmayan cümlelerin olduğu bir romana…
Bu cümlelerin bu romana niçin serpiştirildiğini merak ederim. Ve insanlarda “kalın kitap daha kalitelidir!” izlenimi olup olmadığını düşünürüm.

Bazen bir gazete manşetine takılırım.
Ülke sorunlarını unutturmak için birbirleriyle yarışan gazete manşetlerine…
Ya spor, ya da magazin ağırlıklı manşetlerin anlamını çözmeye çalışırım. Türk insanının nasıl da farklı taraflara yönlendirilip, ülke sorunlarının arka plana itildiğini üzülerek görürüm.

Bazen güzel bir kadına takılırım.
Daha önce hiç görmediğim, bundan sonra da hiç göremeyeceğimi bildiğim bir kadına…
Bu ilk ve son karşılaşmada beni etkilemeyi başaran bu kadının hayatı üzerine hikâyeler uydururum. Bazen bu tür hikâyeler için günlerce kafa yorarım.

Bazen sevgilere takılırım…
Dünyanın en kötü insanı diye nitelenebilecek insanlara verilen sevgilere…
Nasıl olur da insanlık açısından hiçbir pozitifliği olmayan insanlara sevgi beslenir de tek sorunu kendisiyle olan ve hiçbir canlıya zarar vermeyen insanlara en küçük sevgi kırıntısı bile çok görülür? Bu soruya hiçbir şekilde cevap veremem!

Bazen bir şehre takılırım.
Özellikle küçük şehirlere…
Ben şehirleri insan gibi değerlendiririm ve her şehrin insani özellikleri olduğuna inanırım. Küçük şehirlerde insani özellikler bulmaya çalışırım, fakat bulamayınca da büyük şehir insanının ne kadar da şanslı olduğunu düşünürüm.

Bazen köşe yazarlarına takılırım…
Yazım kurallarını bilmeyen ve buna rağmen gazete köşelerini işgal eden yazarlara...
Yaptıkları yanlışları bir üslup olarak gören ve Türkçe’yi katleden yazarlara verilen destek karşısında üzüntüden kahrolurum.

Bazen üniversitelere takılırım…
Bir liseden farksız olan, fakat üniversite adı altında insanlara eğitim veren yerlere...
Bu yerlerde yetişen insanların bu ülkeye ne gibi bir katkı sağlayacağını düşünürüm ve verdiğim cevap yine bir soru olur: Türkiye niçin bu kadar geri kaldı sanıyorsun?

Bazen meslek sahiplerine takılırım…
Yaptığı işin detaylarını bilmeyen meslek sahiplerine…
Kendi mesleğini en iyi şekilde icra edemeyen bir insanın, başka konularda topluma nasıl bir yararı olabilir ki?!

Bazen hastalıklara takılırım…
İnsanları yıllarca süründüren ve büyük bir acıyla ölüme götüren hastalıklara…
Niçin bazı insanlar bu şekilde bir hastalığa yakalanır da bazı insanlar hayatları boyunca hiç hastalık geçirmez diye merak ederim ve dünyanın adaletsiz bir yer olduğuna bir kez daha kanaat getiririm.

Bazen yalanlara takılırım…
Sıradan bir söz gibi, insanların gözlerinin içine baka baka söylenen yalanlara…
İnsanların bu kadar kolay ve sık yalan söyleyebilmelerine anlam veremem.

Bazen ideolojilere takılırım.
Savundukları ideolojiyi tam olarak bilmeyen insanlara…
Hareketleriyle düşünceleri çelişen insanların ne gibi bir amaç peşinde koştuğunu merak ederim ve bu tür insanların provokasyon yapmaktan başka bir amaçları olmadığını hissederim.

Tuna Başar

/ onikiağustosikibinaltı sıfırikielliiki
İzmir /

Not: Bu yazı "Çalı" isimli derginin Şubat 2007 tarihli 90. sayısında yayınlanmıştır.


Hiç geleceğe umutsuz baktığınız oldu mu? Geleceğin size hiçbir şey getirmesini beklemeden yaşadığınız... Kendinizi yalnız, yapayalnız hissettiğiniz... Tek umudu yazmakta aradığınız...
Etrafıma bakıyorum, bir de kendime. Etrafımdaki insanlardan ne kadar da uzağım. Hayata benim gibi bakmıyorlar. Benim düşüncelerime sahip değiller. Benim düşüncelerimi saçma buldukları oluyor. Tek işi geyik yapmak, havadan-sudan muhabbet etmek, futbol konusunda tartışmak olan bir sürü insan... Onlardan ne kadar da uzağım.
Kendi kafa yapıma uygun insan bulmakta zorlanıyorum. Kitap okumayan, kültür-sanattan anlamayan, okuduğum kitaplarla dalga geçen, kitap okumamayı bir erdem olarak gören ve bununla da övünen, insanlara saygı duymayı bilmeyen, insanlara saygı duymayı bilmedikleri gibi kendilerine de saygıları olmayan, düşünmeyen ve düşünmekten uzak yaşayan, düşünen insanlarla da "Felsefe yapma!" diyerek dalga geçen, araştırmadan uzak ve ezberci bir ton insan...
Bu insanlara yani çevreme bakıyorum ve umutsuzluğa kapılıyorum. Düşünen insan yetiştiremiyoruz ve düşünen insanları da sindirmeye çalışıyoruz. İnsanların düşüncelerini açık açık söylemesini engelliyoruz. İleriye umutla bakamıyorum. Gelecek parlak günlere inanmıyorum. Bu gençlikle parlak günler hayal gibi duruyor. Bu umutsuzluk beni daha da okumaya itiyor. Kendimi daha da geliştirmek için uğraşıyorum. Etrafımdaki insanları okumaya teşvik ediyorum.
Bu ülkenin düşünen ve gerçekleri görebilen insanlara ihtiyacı var.
"Suçtur umutsuzluğa kapılmak." Kimindi bu söz? Dostoyevski'nin miydi?
Bu ülkede düşünmek suç olduğu sürece umutsuzluğa kapılmak suç olmaktan çıkacak sanırım. Bir yaşam biçimi haline gelecek ve umutsuz insanlarla dolu bir ülke haline geleceğiz.
Yoksa geldik mi?

Tuna Başar

/ dörtmartikibinbeş onyedisıfırbir
Afyonkarahisar /


Bir arkadaşım aşkı, sevgiyle nefret arasında uzanan bir ip olarak tarif eder. İnsanlar bu ipin üstünde yürürler ve bir şekilde bir tarafa düşerler.
Bu benim şimdiye kadar duyduğum en güzel aşk tariflerinden biri.
Yaşadığımız bir aşk sonrasında ya çok severiz, ya da nefret ederiz. Bir kişiyi aşk sırasında gözümüzde o kadar büyütürüz ki sanki karşımızdaki kişi bir insan değil de, özenle yaratılmış kusursuz bir varlıktır. Ve buna hiç tereddüt etmeden inanırız.
Hatta bazen kafamızda kusursuz bir dünya yaratırız ve bu dünyayı yaşamaya başlarız. Bu kusursuz dünyayı gerçekte yaşamak isteriz. Kusursuz bir dünyada, kusursuz bir kişiyle, kusursuz bir aşk yaşamak... Ama bilmeyiz ki bu ancak hayallerde olur.
Ben genelde rüyalarım sayesinde aşık olurum. Defalarca karşılaştığım, aynı ortamı paylaştığım, ortak arkadaşlara sahip olduğum, ama dikkatimi çektiğini fark etmediğim kişilere... Bir gece rüyamda bu kişiyi görürüm ve uyanınca yazılmaya başlanan rüyalarım sayesinde hayal dünyamı yaratırım. Bu kişiyi hayal dünyamın başkahramanı yaparım. Aşkın platonik dönemini bu dünyada bu kişiyle yaşarım. İstemeden de olsa bu dünya sayesinde bu kişiyi gözümde o kadar büyütürüm ki, yapmasını ummadığım bir hareket yapması, ondan soğumama neden olur. Bir anda ondan soğuyabilirim ve bu nefrete kadar gidebilir. Yani o arkadaşımın dediği gibi bir şekilde ipin bir tarafına düşerim.
Bence en güzel aşk platonik olandır. Zaten platonik aşk hayallerde yaşanır. Hayal dünyanda kurduğun kusursuz bir aşk, gerçek dünyada yaşadığın aşktan daha büyük keyif verir. Ama insanlar doyumsuz oldukları için bu aldıkları zevki tek taraflı yaşamaktan sıkılırlar ve o kişiyi elde etmeye çalışırlar. Doğal olarak da istediklerini elde edemezler. Yani hayal dünyalarında yaşadıkları gibi bir aşkı gerçek dünyada yaşamalarının imkânı yoktur.
Yaşadığım aşklar bana bir şeyi öğretti: bir insanı ne gözünde çok büyüteceksin, ne de onu çok alçaltacaksın. Bu sonucu çıkardım ama aşkın zaten bir insanı gözünde büyütmek olduğunu unuttum, galiba!

Tuna Başar

/ onüçşubatikibinbeş yirmibirsıfıraltı
Afyonkarahisar /


Yazı yazmak istiyorum, saatlerce.
Bir şiir yazmak istiyorum, bir şarkı bestelemek, bir roman yazmak, bir film çekmek, bir resim yapmak, bir tiyatro sahnesinde güzel bir oyunculuk sergilemek...
Bir kitap okumak istiyorum, dünyanın en güzel sesinden dünyanın en güzel şarkısını dinler gibi.
Bir roman kahramanı yaratmak istiyorum, yüzlerce yıl sonra bile hatırlanacak.
Bir şarkı dinlemek istiyorum, hissederek ve yaşayarak. Beni anlatan bir şarkı...
Bazı kişilere imreniyorum. Onlar gibi olabilmek istiyorum. Ve onlar gibi olmadığım için de halime şükredebilmek…
Alışkanlıklar edinmek istiyorum, sıradan olsalar bile. Bu alışkanlıkları hayatımın sonuna kadar kaybetmemek...
Çok çalışkan olmak istiyorum. Çok başarılı olmak… Herkesin imrenerek baktığı bir insan olmak...
Etrafımdaki herkesin beni sevmesini istiyorum. Sadece insan olmaları nedeniyle sevdiğim insanların bunu anlamalarını…
Çok az sayıda da olsa dostlarımın olmasını...
Aşık olmak istiyorum. Leyla’yla Mecnun’a inat bir aşk yaşamak… Dünyanın herhangi bir yerinde beni bekleyen ruh ikizimi vakit kaybetmeden bulmak istiyorum.
Yanımdan bir erkek çocuk geçiyor, 2-3 yaşlarında. O çocuğun babası olabilmek...
Bir çocuk yetiştirmek istiyorum, tıpkı benim gibi dünyaya bakan.
Bir şehrin tutkunu olmak istiyorum. Bir kadınla bir şehri bütünleştirmek...
Bir rüya görmek istiyorum, gittikçe kabusa dönen. Korku içinde uyanmak istiyorum. Bir kabusun gerçek olmadığına sevinmek...
Mezarlığa gitmek istiyorum. Hayatın bir sonu olduğunu hatırlamak... Bir gün yok olup gideceğimi hissetmek... Elimdekilerin kıymetini anlamak...
Duanın inanılmaz gücüne tekrar inanmak istiyorum.
Her kötü durumdan bir iyi yan bulabilmek...
Saatlerce kahkahalarla gülebilmek...
Geleceğimi görebilmek istiyorum. Gelecekle ilgili hayaller kurabilmek... Yarına umutla bakabilmek...
Bütün bunları tek bir şey için istiyorum.
O da; MUTLU olabilmek...

Tuna BAŞAR

/otuzocakikibinbeşpazar ondörteeli
İzmir/


Kişisel tercihler konusunda fikir beyan etmeme gibi bir huyum var. Olumsuz bir eleştiriyi zaten kişisel tercihler için kullanmam. Hatta herhangi bir kişisel tercih konusunda, aklımın ucundan bile olumsuz bir düşünce geçmemesi için çaba sarf ederim. Kişisel tercihler konusunda övücü bir söz de etmem. Çünkü herhangi bir kişisel tercih hakkında övücü bir düşünce sahibi olursam, olumsuz bir eleştiriyi de, sesli olmasa bile, içimden yaparım diye düşünürüm. Bu da insanlara kişisel tercihlerinden dolayı ön yargılı yaklaşamam anlamına gelir ki, hiç kimseye önyargıyla yaklaşmak istemem.
Eğer olumsuz bir düşüne içine girmemek istiyorsam, o zaman övücü düşünceleri de aklımdan silmeliyim. Ama insanların kişisel tercihlerinden dolayı eleştirilmeleri durumunda yanlarında olup, onlara en önce desteği ben veririm.
Fakat iş, kişisel tercihten çıkıp, toplumu ilgilendiren bir tercih haline gelirse işte o zaman eleştirme hakkını elde ederim. Olumlu veya olumsuz, her düşüncemi cesaretle dile getirmeye çalışırım.
Bu nedenle kişisel tercih-toplumsal tercih konusunda uzun süre kafa yordum. Nelerin kişisel tercihe gireceğini, nelerin toplumsal tercih olarak değerlendirileceğini ve hangilerini eleştirme hakkımın olduğunu belirledim.
En çok da “kitap okuma” konusu kafamı meşgul etti. Önce bunun kişisel bir tercih olduğunu düşündüm; ama, dünyanın gelişmiş ülkelerindeki kitap okuma oranları ile 3. sınıf ülkelerdeki (bizim ülkemiz gibi) kitap okuma oranları arasındaki farkın gelişmişlik düzeyleri arasındaki farkı yansıttığını görünce; kitap okumanın bireysel bilgilenme, dolayısıyla toplumsal bilgilenme olduğunu anlayınca; insanların ancak okuyarak yanlışları görebilme yeteneklerinin arttığını ve yanlışları görebilen insanların da toplumlara faydalı olacağını düşününce kitap okumanın kişisel bir tercihten öte toplumsal bir tercih olduğuna kanaat getirdim.
En çok kafamı kurcalayan sorunun cevabını bulduktan sonra, kişisel-toplumsal tercih listemi oluşturdum. Ve oluşturduğum günden beri kişisel tercihler hakkında hiçbir beyanda bulunmuyorum.
Bu listemin en başında şu madde var: Her insan, herhangi bir canlıya zarar vermediği sürece, istediği her şeyi yapma hakkına sahiptir.
Bir başka madde ise şöyle; “Bir futbol takımını desteklemek kişisel tercihtir. Hiç kimseye niye bu takımı destekliyorsun, diye sorma hakkına sahip değilim. Ama herhangi bir siyasi partiyi veya örgütü desteklemek toplumsal tercihe girer. İnsanları siyasi görüşlerine göre eleştirme hakkım olmasa da desteklediği parti/örgüt nedeniyle eleştirme hakkım vardır.
Ve listenin en önemli maddelerinden birine göre ise; insanları dış görünüşlerine göre eleştirme hakkım yoktur. İnsanların cinsel tercihlerine, kıyafetlerine, saç-sakal şekillerine, takılarına… vb asla karışmam.
Bence bu tür bir liste oluşturmak ve insanları eleştirirken böyle bir listeyi göz önüne almak çok önemli. Anlamsız tartışmalardan insanları korur. Bu ülke için yararlı şeyler tartışılır ve insanlar bu sayede daha da bilinçlenir.

Tuna BAŞAR

/yirmiikiocakikibinaltı sıfırbirotuzsekiz
Afyonkarahisar/


Şiire her zaman edebiyatın “kutsal” bir alt dalı olarak baktım. Şiirin yeniyi bulma çabası olduğunu bildiğim için, şiir yazmanın hikaye ve deneme yazmaktan çok daha zor olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de şiir yazmayı pek deneyememişimdir. Yazdığım bir-iki şiirsel karalamayı da şiir olarak görmediğim için hiç kimsenin okuyamayacağı bir şekilde kendime saklarım.
Aslında şiir yazmak, bana göre, doğuştan gelen bir yetenektir. Ama, sadece yetenek gerçek anlamda şiir yazmak için yeterli değildir. Şiir yeniyi bulma çabası olduğu için, gerçek şiiri elde edebilmek için şiire emeği geçmiş büyük şairleri çok iyi tanımak, günümüzün genç ve özgün şairlerini yakından takip etmek ve şiir üzerine olabildiğince araştırma yapmak gerekir. Şiir konusunda bu birikimi yetenekle birleştiren insanlar gerçek anlamda şiir yazmayı başarıyorlar.
Şiir yazdığını söyleyen insanlarda, ben, en çok bu birikimi merak ediyorum ve karşıma çıkan insanlara bir-iki şair ismi sayıyorum ve bu şairler hakkındaki görüşlerini öğrenmek istiyorum. Ama genelde aldığım yanıtlar beni çok şaşırtıyor. Bu ülkede Özdemir Asaf’tan, Edip Cansever’den, Oktay Rifat’tan, İlhan Berk’ten, Ece Ayhan’dan, Hilmi Yavuz’dan, Enis Batur’dan, Gülten Akın’dan, küçük İskender’den habersiz olup, şiir yazdığını iddia eden insanlar yaşıyor.
Hatta Nâzım Hikmet’in, Orhan Veli’nin, Necip Fazıl’ın, Attilâ İlhan’ın, Can Yücel’in, Cemal Süreya’nın bütün şiirlerini okumamış ve şiir yazdığını söyleyen insanlar karşısında şaşkınlığımı gizleyemiyorum ve “Bu şairleri tanımadan, bırakın tanımayı ezbere bilmeden, yeniyi nasıl yaratabilirsiniz ki!” diye söylenmeden edemiyorum.
Aslında Türkçe şiir yazmak için en ideal dil. Şiirin en önemli özelliği olan soyutlama ve imgesel anlatım için çok uygun. Bu nedenle Türkçe, şiirde yeniyi yaratma açısından büyük bir şans. Ama buna rağmen Türkçe’nin dünya şiirine yön vermeyi başarmış tek şairi var : Nâzım Hikmet. Nâzım dışında dünya şiirini yönlendirecek bir şair daha çıkaramamışız. Bunun nedeni, bana göre, birikimi önemsememek ve yerellikle yetinmeyi kabullenmektir.
Belki de ben bu sebeple Enis Batur’u ve küçük İskender’i çok seviyorum. Şiir birikimlerini yetenekleriyle birleştirmeyi başarıp, özgün olup, yerellikten uzak durmaya çalıştıkları için…
Ve belki de ben bu yüzden şiire el atamıyorum. Yeniyi yakalama zorluğunun farkındayım. Sadece ben bu zorluğun farkında olmamalıyım ki şiir hep edebiyatta azınlık olarak kalmış.

Tuna BAŞAR

/beşağustosikibinaltı sıfırdörtonaltı
İzmir/


Durduk yerde bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum. Bilinçsiz bir şekilde... Yavaş yavaş sesimi yükseltiyorum ve şarkının sözlerini bilinçli bir şekilde söylemeye devam ettiğimi fark ediyorum.
Gökyüzündeki yıldızlardan bahsediyor şarkı... Sitem dolu... Gökyüzündeki yıldızlardan daha yalnız olmak...
Gözümün önüne bir kadın geliyor. Kızıl saçlı, güven uyandıran bakışlara sahip bir kadın... "Yok," diyorum, "bu şarkıyı bu kadından değil, başka birinden duydum." Hafızamı zorluyorum. Aykırı bir erkek ses sanatçısı geliyor gözlerimin önüne. "Evet," diyorum, "işte bu sanatçı söylüyor." Döneminin en aykırı kişiliklerinden biri... Sırf aykırılığı yüzünden hala (ölümünden sonra bile) eleştiriliyor, sırf aykırı olduğu için (sanatına bakılmaksızın) sevilmiyor.
Dudaklarımın arasından şarkı sözleri çıkmaya devam ediyor. Ancak aykırı bir kişilik bu şarkıyı söyleyebilir!
Yalnızlığın hüznünü ruhumda hissediyorum.
Şarkıyı tekrar tekrar söylerken, yalnızlığı hatırlatan yazarlar, şarkıcılar, şairler geçiyor aklımdan. Bir film sahnesinden, bir kitaba giriyorum, bir şiirden çıkıp, bir öyküde buluyorum kendimi. Olaylar, yerler, kişiler değişiyor, fakat hissettiklerim değişmiyor.
Dudaklarım hala şarkıyı mırıldanıyor, fakat tek farkla; artık göz yaşlarım da dudaklarımın açılıp kapanmasına göre yön değiştirerek, hislerimi daha da derinleştiriyor.
Kim demişti, ben ne zaman yalnız kaldığımı bilmiyorum, her zaman yalnızdım onu biliyorum, diye. Kalabalıklar etrafında yalnızlığını unutan şair kimdi; Murathan Mungan mı?
Yalnızlığın Senfonisini kim yazmıştı?
Bir anda Oğuz Atay'ın bir öyküsünde buluyorum kendimi. “Korkuyu Beklerken” yalnızlığım derinleşiyor.
Lars von Trier'in bir filmine giriyorum. Korkuyu beklemeyi bırakıp, her dakika korkuyla yaşamaya başlıyorum.
Ve tabii yalnızlık hep içimde...
Bir filmden, bir kitaptan, bir şarkıdan çıkıp normal hayatıma dönemiyorum. Çünkü normal hayatımı bunların içinde buluyorum. Tek fark; bunlar sayesinde normal yaşantımın acısını daha da derinden hissediyorum.
Yavaş yavaş sesim kısılıyor. Gözyaşlarım izlediği yollarda kuruyor. Ağzıma tuzlu bir tat bırakıyor bu şarkı. Tekrar söylemeye cesaret edemiyorum.

Yazıda Adı Geçenler

Mırıldandığım Şarkı : Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar
Kızıl Saçlı, Güven Uyandıran Bakışlara Sahip Kadın : Candan Erçetin
Aykırı Erkek Ses Sanatçısı : Zeki Müren
“Ben ne zaman yalnız kaldığımı bilmiyorum, her zaman yalnızdım onu biliyorum!” diyen ve kalabalıklar etrafında yalnızlığını unutan şair : Murathan Mungan
Yalnızlığın Senfonisini Yazan Kişi : Sezen Aksu
Oğuz Atay’ın Öyküsü : Korkuyu Beklerken
Lars von Trier’in Filmi : Dogville

Tuna BAŞAR

/otuzbirtemmuzikibinbeş yirmiüçotuzbir

Tuna BAŞAR

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget